29 Aralık 2020 Salı

-Sonsuz mektup-

 

Günlerden Cumartesi. Evdekiler dışarı çıkmışken ben de ertelediğim hüzünlere söz hakkı verdim bugün. Yıllardır bandını bile kesmediğim kutuyu getirdim önüme. Üzerindeki yazıya baktım bir süre.  

 “Zehra 2005-2010 Üniversite”

Ani bir kararla açtım içini. Sayfaları bana küsmüş günlüklerim, anı kalsın diye sakladığım sinema biletlerim, varlığını unuttuğum kitaplarım ve kutunun köşesine sıkıştırdığım bir mektup.

Üniversiteden eve döndüğüm yıl yazdığım ve asla göndermediğim mektubu aldım elime, buruşuk kağıdı başladım okumaya.

 

         “Merhaba, özlemiş misin evini? Kendime aynı soruyu soracak olursam, kararsızım. Büyüdüğüm evin bendeki yeri başka diye düşünürdüm. Balkonumun demirleri sıcak olurdu, çiçeklerim mutluydu. Penceremin önüne konan kuşların şarkısı kulağımda gezinirdi, evimize uğramayı severlerdi. Sabahın ışıkları her gün perdelerle buluşurdu, gözlerim kısılırdı. İçime çektiğim nefes hayat kokardı, havası suyu huzurdu buranın. Ben böyle güneşli bir eve doğmuştum. Koridorunda koşturdum, mutfağında yardım ettim anneme, odama çekilip ağladığım günler oldu saatlerce. Çocukluğumun silik anlarını ve gençliğimin hatalarını yaşadım bu evde. Sevdim, sevildim. Üzdüm, üzüldüm. Sorular sordum kendime, cevabını bulamadım senelerce. Bir yere bağlanılmamalı diye söylenip kalbimin köklerini bu evde büyüttüm aslında.

Senin gibi ben de özgürleşme arzusuyla uzaklaştım doğduğum evden. Gençlik dediğin farklı şehirde yaşanır dedim, kilometrelerce uzakları düşledim her gece. Kendime koyduğum sınırların üzerinden atlayıp geçmek istedim.

Gittim. Gurbette hasret yeşerdi içimde, istemsizce suladım her bir göz yaşımla. Yazdım günlüğüme her gün, sevdiklerin neredeyse oraya aitsin diye. Böylece kendime yabancılaşır gibi oldum git gide.

Sonra bir gün seninle tanıştım. Dedim ya, penceremin önüne konan kuşların sesi gezinirdi kulağımda, işte öyle oldu senin sesin de. Tekrardan yazdım günlüğüme, demek ben artık bu şehre aitim diye.

Dönem ne zaman kapansa döndük evlere, ben ülkenin bir ucuna, sen diğer ucuna… Zor değildi o kadar, nasıl olsa üç ay sonra görüşecektik. Şimdi ne çok isterdim sadece yaz tatili için gelmiş olmayı.

Döndüğüm şehir gri olmuş artık.

Demirleri sıcak balkonumdan gökyüzüne baktım. Bana hediye ettiğin şiir kitabını aldım elime, altını çizdiğim dizeler çarptı gözüme.

“Sen yarım kalmış bir aşkın
Kaçınılmaz bir sürgünü,
Katlanan göğsündeki kayaya.
Sen orda şimdi bir hüzün köpürt,
Ben bir çocuğa su vereyim burda.
 
Ben ki kiracıyım bir acıya.
Sen imzalarsın sabah akşam
Defterini bensizliğin.
Bense kanla öderim
Kirasını kaldığım evin.
Bir takvimi tersten açardık
Eğer isteseydin.”

 

Böyle bitirmişim mektubu yıllar önce. Sona geldiği anlaşılmayan, sonsuz bir mektup. Sanırım bizim gibi.

Saatler geçtikçe, geri dönüşü olmayan günleri neden yad ettiğimin bir anlamını arıyorum. Hep bir anlamı olması gerekir miydi eylemlerin?  

Günlerden Cumartesi. Seni yıllar sonra, yeni affettim.
Affetmeyi bu yaşımda öğrendim.



Pinterest


Şiir, Metin Altıok'un Bir acıya kiracı kitabındandır.

24 Aralık 2020 Perşembe

Kelime oyunu 4

 

Mutluluğun Tadı

Bir gezi defterim vardır, içi keşfettiğim şehirlerle dolu. Tarihini, kültürünü ve gezi sırasında gördüğüm ne varsa yazarım ben bu şehirlerin. Şimdi ise içimi dökmek için açıyorum boş gördüğüm sayfaları, alıyorum elime kalemimi ve yazdıkça yazasım geliyor.

Ben yaşamım boyunca başka hayatlar diledim. Sahip olduklarıma ne teşekkür ettim ne de emek verdim. Kendimi yollarda bulacağımı sanıyorken bir yabancının evinde yatılıya kalır gibi hissettim. Fakat bir sabah gözlerimi farkındalığa açtım, başladım değişmeye ve kırdıklarımı tamir etmeye.

Hayatımın kaç yılı böyle geçti bilmiyorum. İnsan koşulsuz sevgiyle tanıştığı vakit perdenin arkasını görebiliyor artık. Sözlerin gücünü, bakışların anlamını ve bir tebessümün neleri anlattığını…

En küçük alışkanlıklarımdan başladım bu değişime, günaydın dedim kapıcıya, yem attım parktaki kuşlara, kahveyle başlamayı bıraktım güne, farklı baharatlar kattım yemeklerime, bozdum her bir günün beni esir almış rutinlerini.

Sevgi kilidim her şeye açılmış gibi. Geçen gün de bahçeden papatyalar topladım, hayata tutunmaya çalışan kökleriyle. Bir avuç su içinde yaşattım onları, vazoyla birlikte ağladılar. Solmuş çiçekleri fark ettiğim vakit, evinden koparılmanın ne demek olduğunu gördüm. Sonra çiçekleri bahçelerde özgür bıraktım. Onları ellerimde değil gönlümde büyütmeye başladım.

Anladım ki bakış açısından ibaretmiş hayat. Bu dünyayı doya doya sevmeyi çok sevdim. Mutluluğun tadını aldığım vakit her bir tarife kattım onu. Atilla İlhan’ın bir şiiri gibiydim.

 “Üstüme varma bulutları tutamam
  Böyle paldır küldür gideceklerdir
  Gelmezsen fark etmez kimseyi aramam
  Asıl sevdiklerim en içimdekilerdir
  Onlarla yaşarım eğer yaşarsam
  
 Olur mu gecemi yeşile çalmak
 Yıldız çivilemek parmak uçlarıma
 Ölüm kadar çabuksa eğer yaşamak
 Hiç doğmamayı isterdim ama
 Bir kere doğmuşum ölmek yasak”
 

Defterin beni içine çeken sayfalarını bir şiirle sonlandırarak kapattım. İşte bir gezi defterinin değişimi böyle oldu.  

 

21 Aralık 2020 Pazartesi

-Geleceğin deli yazarı-






Güneşin batışından yarım saat sonra ışıkları yanan elektrik direğine bakmaktan ibaret hayatım. Bu baktığım direğin sokağında açılmasına uğraşılan kapıların anahtar sesleri duyulur, arabalar geçer, evlerden yemek kokuları gelir. Ellerini montunun cebinden çıkarmayan insanlar, bahçelerin avlusunda uyuyan kediler ve gökyüzüne yayılan iz kokulu sis benim manzaramı doldurur. İşte penceremin kenarında beni oyalan görüntü budur. Sanırım bir elektrik direğine bakmaktan ibaret değilmiş hayatım.

“Ferdi, oldu mu dersin bu yazı?”

“Yahu, pencere kenarında oturarak edebiyat mı çıkar canım?”

“Görene her yerden yazılacak bir şey çıkar Ferdi.”

Aldım elime defterimi, kalktım pencerenin önünden. Şu ferdiye çok sinirleniyorum bazen, gerçi haklılık payı da var. Böyle sokağı izleyerek ilham mı gelir insana? Yazar denmez belki de artık bana, konu bile bulamamaya başladım. Fakat nerede gezeyim ki ben, nerede yazayım güzel yazılar? Şu duygu-durum ölçüm testlerini çıkardıklarından beri halim içler acısı. Ne zaman sokağa çıksam koyuyorlar kafama şu lanet aleti, ruh halimi ölçüyormuş.

Çıkan yeni kurallar kötü oldu, çok kötü. Eğer bu testlerde ruh halinin iyi olmadığı tespit edilirse sokağa çıkma yasağı veriliyor sana, ne markete gidebiliyorsun ne de bir adımını dışarı atabiliyorsun. Birbirimizi etkiliyormuşuz, mutsuzluk yayılmamalıymış. Duyduğuma göre artık caddelerde sadece gülen yüzler varmış, ne hoş. Mutsuzları bir kenarı atmak yerine, mutluluğu yaymaya çalışsak olmaz mıydı ki? Geldiğim yaş mıydı mutlulukla tanışmama engel olan yoksa yaşadığım devir mi? Neyse artık. Ben de evimde küçük köpeğim Ferdiyle kala kaldım. Ferdi halinden memnun görünüyor, bazı zamanlar benim yazılarımı eleştiriyor. Bana ettiği laflar hoşuma gitmese de kendimi tutuyorum, kiminle sohbet edeceğim ondan başka? Kuşlarla mı konuşayım? Delilik. Henüz o aşamaya gelmedim.

Ah yeni çıkan kurallara döneyim ben yine. Ne zaman duygu-durum ölçüm testine tabi tutulsam, ekranda beliriyor beni eve mahkum eden yazılar.

“Adı Berkecan, yaşı 57, mesleği yazarlık, ruh hali iyi değil, enerjisi düşük.”

Yine evin yolunu tutuyorum.

2071 yılı beni yoruyor. 


14 Aralık 2020 Pazartesi

-Anılarda yaşamak-

 

Yaşlanıyor artık babam, salondan gelen horlama sesinden anlıyorum. Ne zaman görsem, televizyonun karşısında “oğlum şekerleme bu” dediği uykuya dalmış, elindeki kumandayla köşeye kıvrılmış. Bazen televizyonun sesini kıstığımda anlıyor, mutfağa gidişimden her zaman haberi oluyor. Oğlum diyor da demesine, adımı unuttuğu günler oluyor. Unutulmanın acısı büyük.

Yolda gördüğüm ilk dükkana telaşla girdim.

"İyi günler, buradan yaşlı bir adam geçti mi acaba? Tavırlarında bir değişiklik fark ettiniz biri? "

"Yaşlı dolu bu mahalle evladım. Anlatıver biraz daha, ne diye sordun sen?"

“Üzerinde kahverengi bir palto olması lazım.”

“Kimi arıyodun?”

Boğazım düğümlendi.

"Babamı bulamadım evde, ne zaman dışarı çıksa buralara gelir. Fakat bu kadar uzun süre geri dönmediği olmamıştı. Yıllar önce buralarda oturuyorduk biz, unutmaz ki o bu yolları.”

Çıktım.

Esnaftan esnafa dolaştım. Hiç görmediğim yüzlere sordum babamı. Yolun sonunda, kumlarında çocukluğumun geçtiği parkta gördüm onu. Elinde eski evimizin anahtarlarını tutuyordu.

“Saatlerdir her yerde seni arıyorum.” Diye söylendim. Kolundan tutup kaldırmaya çalıştım.

“Oğlumu bekliyorum ben kardeşim. Parkta oynasın diye getirdim, kalkacaktım. Al, bank senin olsun.”


Fikret Kızılok- Ama babacığım


 

 

 

6 Aralık 2020 Pazar

-Defterin son sayfası-


Haziran ayı yaklaşırken ailecek sabırsızlanırız. Ya da içimdeki heyecandan dolayı herkesin benim gibi hissettiğini düşünürüm. Çocukluğumun en güzel yazlarını geçirdiğim anneannemin küçük evine dokuz ay boyunca, kumbaraya bozuk para atar gibi özlem biriktiririm. Yola çıkmadan o kumbaranın kapağı kapanmaz hale gelir, işte yol boyu da öyle dolup taşmış olurum ben. Anneannemin boynuna atlamak için dakikaları sayarım.

O gün bavullarımızı hazırlayıp yola çıktık. Yollar bitmek bilmezken anılarım canlanmaya başladı aklımda. Kaldırımlarında yerden yüksek oynadığım, teyzelerin akşamüstü kapı önüne terlikleriyle çıkıp sohbet ettiği ve sokaklarında komşu çocuklarıyla tanıştığım güzel mahalleyi düşünüp durdum. İnsan hayallere daldığı vakit, zaman denen kavramın aceleciliği ile karşılaşıyor. Gözlerimi açtığım an vardığımızı anladım. Kapının önünde taburesine oturmuş etrafına bakınan anneannemin bizi beklediği her halinden belliydi. Sokağa adımımı atar atmaz farklı hissettim. Ya değişiklik vardı bu sokakta ya da ben çok büyümüştüm. Kollarını bana açan anneanneme sarıldım.

Hep beraber yemek yedikten sonra, yürüyüşe çıktım. Dolaştığım sokaklar boyu “kız bitti mi okul?” ya da “var mı birileri okuldan falan?”  diyen teyzelerin sorularını cevaplayıp durdum. Anneannemin evine dönerken mahalleliden sokağın köşesinde oturan teyzenin vefat ettiğini işittim. “Nihan”dı adı. Gizli, saklı, sır demekmiş Nihan isminin anlamı. Adı gibi bir kadındı. Komşularına gülümserdi fakat bir kelime ettiğini duymuşluğum yoktur. Onu günde iki kez sokakta görürdüm. Sabah ve akşam. Sabahları kedilere mama vermek için yüzünü bile yıkamadan sokağa adım atar, akşamları da ağzına daha tek bir lokma koymadan mama vermeye çıkardı. Mahalleli onu “kedilere çocuğu gibi bakan teyze” diye de bilirdi. Sokakta oyun oynadığım zamanlarda yakın bir arkadaşım vardı. Nihan Teyze’nin torunu Zeynep. Yıllar geçtikçe ziyaretleri azaldı, arkadaşlığımızı devam ettirmeye çalışsak da mesafeler bizi uzaklaştırdı. Ya da bizim bahanemiz mesafelerdi. Fakat içimde ona karşı olan sevgi hiç azalmamıştır.

Babaannesi yeni vefat ettiğine göre o da burada olmalı diye tahmin ettim. Bir sonraki sabah torunu açar diye düşündüğüm Nihan Teyze’nin kapısını çaldım. Bir süre kapıda bekledikten sonra anahtarın sesiyle heyecanlandım. Kapı açılır açılmaz arkadaşımı tebessümünden tanıdım. Yüzümüzdeki çocuksu ifade gitse bile gülüşümüz hiç değişmiyor diye düşündüm. Birbirimizi görür görmez sanki hep bu anı bekler gibi sarıldık, o an konuşmadan birbirimizi anladık.

Zeynep beni içeri aldıktan sonra, babaannesinin koyu sarı, klasik koltuğuna oturdum. Yılların ve seçtiğimiz yolların bizi nasıl değiştirdiğini konuştuk. Sohbet nasıl geçti anlamadık. Zeynep, Nihan Teyze hakkında sorduğum sorulardan bir süre kaçtı. Bu kaçışlarından dolayı pişmanlık duyduğu bir şey olduğunu  anlayabiliyordum. Babaannesinin vitrinde duran fotoğrafına bakarken “keşke daha çok vakit geçirebilseydik” diye içinden geçirdiğini duyar gibiydim. Sevdiklerimizle geçirdiğimiz vaktin kıymetini bir kez daha anladım. Ben de vitrinde duran fotoğrafa bakmaya başladım. Bir süre sonra, masanın üzerindeki defter gözüme takıldı.

“Zeynep, bu defter Nihan Teyzenin mi?”

“Dedemin babaanneme yazdıkları var içinde…Biliyorsun dedem ben çok küçükken vefat etti, nasıl biriydi pek göremedim ama babaannemi nasıl sevdiğini bu defterde gördüm. Babaannem için bu defter çok değerliydi, onu elinde okurken pek rastlamadım ama ne zaman buraya gelsem bu defteri farklı bir yerde görürdüm. Ne kadar çok okuduğunu o zaman anlardım… En son da bu masada bırakmış işte”

İkimiz de düşünceli bir şekilde masaya bakmaya devam ettik, bir süre sonra Zeynep sessizliği bozdu.

“Biliyor musun, babaannem kedilere yaklaştığında kaşınırdı, hapşırır dururdu. Dedem yaşarken babaannem bahçelerine gelen bir kediyi bile kovalarmış, sinir olurmuş. Dedem ölene kadar bir kez bile kedilere mama vermişliği yokmuş. Ama dedem çok severmiş onları, sabah akşam yemek verirmiş. Tıpkı babaannemin yıllardır yaptığı gibi…”

Nihan Teyze kocasının ardından kedilere yemek vermeye başlamıştı demek. “Kedilere çocuğu gibi bakan” Nihan Teyze…

Zeynep ayağa kalkıp masaya yöneldi, defteri eline alıp yanıma oturdu. Defterin bittiği yeri açtı. Bu son sayfada İlhan Berk’in bir şiiri ve köşesinde de Nihan’a… kelimesi yazılıydı.


Evet hep açık gidip gelen ağzın içindi;

Gökyüzünün o huysuz maviliği içindi;

Elma kokan bir Türkçeyle konuştuğun içindi;

Ölümün sefil, kötü belleği içindi;

Her gün Pazar kurulan o sokaklar içindi;

Saçında uykusu kaçmış çiçekler ıslattığın içindi;

Çocuklar okuldan dönüyormuş gibi sesin içindi;

 

İşte bütün ama bütün bunlar için sana teşekkür derim.

                                                                                   Nihan'a...




29 Kasım 2020 Pazar

-Güneşi Yakalamak-

 

Güneş tepelerin ardında kendisini göstermeden gözlerimi açtım, bugün ona yakından günaydın demek istedim. Babam hep derdi ki “Günaydınlar bir başkadır, günaydın dediğin bir insanın bile gününü güzelleştirebilirsin”. Babam güzelleştirirdi, benim tüm hayatıma günaydın demişti.

Kalın bir kazak geçirdim üzerime, yün çoraplar giydim üşümeyeyim diye. Sabahlar soğuk olurdu burada, soğukları sevmeyi öğreniyordum zamanla. Yıllardır güneşi yakalamak için çıkıyorum, dağların arkasındaki ışığını hissederken yüzlerce düşünce geçiyor aklımdan. Sabah yürüyüşlerinde en çok da kendimle konuşuyorum. Soğuk yüzüme çarptığı an kendimle konuşma seansını başlatıyorum. Mantığım gerçekleri kalbime vuruyor, bazen de öğütler veriyor. Ben de dinlemeye başlıyorum hepsini.


İnsan yaşattığı hisleri elbet yaşarmış bir gün. Kime değersiz hissettirdiysen kendisini, sen de hissediyorsun o değersizliği. Ah benim bir zamanlardaki halime… Kendine kırgın olmanın verdiği hüzün kolay geçmiyor.  

Bazen şükretmeyi bilmiyorum ben. Sahip olduklarımın bilincinde gibi davranmıyorum, sabahlara küskün geceler yaşıyorum. Herkesin içindeki bencilliği görüyorum, en üzüldüğüm kendi içimdekine oluyor. Düşüncede bencillik, sadece söze vurmadığım düşüncelerimde. Yardımseverlik dolu eylemlerim artık alay ediyor sanki benimle. İçim dışımla kardeş, fakat beş parmağın beşi bir olmadığı misali. Farklılar, çok farklı.

Meyve sebze satılan pazarlardaki kalabalık gibi dünyam. Gürültülü. Ben o kalabalığın içinde annesinin elini bırakmış çocuk gibiyim. Ben de o hissiyatı arıyorum. Güven ve koşulsuz sevgiyi. O çocuğun annesini ararken yaşadığı korkuyu da geceleri yaşıyorum, dediğim gibi benim geceler küskün sabahlarıma.

Çocukken kardeşimle kıyıdaki dalgalarla oyun oynadığımızı hatırlıyorum. Bir geliyor, bir gidiyor, bize çarpıyor. Her gelişinde suyun içinde zıplıyoruz, dalgalardan uzun oluyor boyumuz. Benim boyum artık o dalgaları geçmiyor, ya da aşmaya çabalamaktan yorgun düşüyorum.

Yahu hep de sönük değil umutlarım. Bir akşam vakti elektrikler kesildiği zaman yakılan o mum gibi aydınlatıyor beni. Bir nefese sönüyor, bazen de o mumu bir başkasının üflemesine izin verdiğim günler oluyor.

Beyazı da seviyorum siyahı da. Biri yokken diğeri olmuyor, artık biliyorum. Sevdiğim ne varsa karşıtına da muhtaçlığımı inkar edebiliyorum bazı zamanlar.

Umudun ışığını tekrardan yakacak bir kibrit arıyorum. Kibritin nasıl yakıldığını tekrardan öğrenmek istiyorum, bir zamanlar öğretme hayali kurarken. Hayatın planları sevmediğini tekrardan fark ediyorum.

Kimine göre kendi kafamı şişiriyorum. Belki de ancak böyle derman buluyorum. Bir yerlerde sakladığım umutla saklambaç oynayıp duruyorum. Fakat bir türlü sobeleyemiyorum.

Gecelerimi sabahlarımla barıştırıp oyuna devam etmek istiyorum, en sonunda sobeleyeceğime inanıyorum. Her şeyin bir karşıtı olduğunu yeniden hatırlıyorum, kendime zorla hatırlatıyorum.

 

Bir saatlik sabah yürüyüşüm burada bitiyor, içsel hesaplaşmayı şimdilik kapatıyorum. Evimin kapısını açmaya çalışırken bir şeyin yokluğunu fark ediyorum. Miyavlama sesi. Kapıyı araladığımda koridorda beni her zaman karşılamak için bekleyen kedim yok.

Bir de ne göreyim, güneşi yakalamak isteyen bir ben değilmişim.


Haşmet :)



22 Kasım 2020 Pazar

-Dingin Ada-

 

Kimseciklerin adını işitmediği küçük bir kara parçası varmış. Üzerinde yaşayan halk ona “Dingin Ada” dermiş. İnsanlar zaman kavramını hissetmez, bir yere yetişme telaşı yaşamazmış. Sayılı kişinin yaşadığı bu adada, mutsuz bir yüz görmek zormuş. Halk günün doğumuna şükreder, gün batımının arkasından su dökermiş. Yaşayanlarının balıkçılık ve tarımla uğraştığı Dingin Ada’nın kimilerine göre en büyük eksiği, üzerinde bir okul bulunmamasıymış, kimilerine göre de bir sorun olarak görülmezmiş.

Bu adada, her gün çocukları küçük kayığına bindirip iki buçuk saat uzaklıktaki okula götüren yaşlı bir balıkçı varmış. Karşılığında ne teşekkür beklermiş ne de bir ekmek istermiş. Çocukları her sabah kıyıdan alır, Şehir Ada denilen yerdeki okula götürür sonra da onları Dingin Adasına geri bırakırmış.

 

Tavanı rutubet kokan evlerinde hevesle okula gitmek için sabahı bekleyen çocuklardan birinin adı İda’ydı. Fakat diğer çocukların aksine, şehir adasına gitmeye onlar kadar hevesli olmayan İda’nın tek amacı yol boyunca yaşlı balıkçının öğütlerini dinlemekti. Aslında bu yol sırasında midesi bulanır, okul dönüşlerinde ise yorgun haliyle dalgalı denizin üzerinde bir sağa bir sola sallanmayı sevmezdi. Fakat Yaşlı Balıkçı’nın sohbeti İda için her şeye katlanmaya değerdi.

İda, sabah gözlerini açar açmaz çantasını eline aldı. Kıyıya yakın en büyük ağacın önünde, arkadaşlarıyla buluşmak için kapıdan dışarıya adım attı. Her gün okula giden sadece beş çocuk vardı, bu adada yaşayan kişi sayısı gerçekten de azdı. Bulutların parıldayan güneşi örttüğü ve toprağın yollardaki çukurlarda yağmur sularını biriktirdiği bir günde, İda’nın yüzünde arkadaşlarını görür görmez güller açtı. Kıyı yolu boyunca yürürken gökyüzüne bakıp bulutların nasıl bir şekle benzediklerini konuştular.

“Bakın bakın! Şurdaki bulutu görüyor musunuz, neye benziyor?”

“Hangisi , hangisi ?”

“Ya şurdaki işte görmüyor musun pofuduk pofuduk var ya”

“Hepsi pofuduk ama”

“Hııı”

“Tadı var mıdır bulutların?”

“Vardır…Bence çok tatlıdır tadı.”

Böyle sohbet eşliğinde kıyıya vardı çocuklar. Yaşlı balıkçı, küçük kayığını eski tahta iskeleye bağlamış, çocukları bekliyordu. Onları görür görmez gülümsemeye başladı. Çocuklar sıra halinde adamın kayığına bindiler. Denizin bugün karamsar bir sesi, farklı bir rengi vardı. Bulutlar gece boyunca ağlamış, güneş kış uykusuna yatarcasına saklanmıştı. Havanın böyle olması çocukları pek etkilemiyordu, çünkü okul yolu çok keyifliydi. Bazı zamanlar, yaşlı adam evinden bir kitap getiriyor, yol boyunca çocuklardan biri bu kitabı sesli bir şekilde okuyordu.

Yaşlı balıkçı elinde tuttuğu “Küçük Prens” kitabını çocuklara gösterdi, okuması için İda’ya doğru uzattı. Okul yolculuğu başlamıştı. İda kitabı eline alarak sesli bir şekilde okumaya başladı. "Ölene kadar sorumlusun, gönül bağı kurduğun her şeyden" diye bir cümle okudu İda ve duraksadı. 

Yaşlı Adam çocukların yüzüne baktı, konuşmaya başladı.

 “Birbirimizin hayatlarına fark etmeden dokunuyoruz ve belki de büyük etkiler bırakıyoruz. Gerçekten de ölene kadar sorumluyuz gönül bağı kurduğumuz her şeyden… Neden güzel dokunmayalım hayatlara? Neden bir insanın bizi hatırladığında yüzündeki tebessüm olmayalım ? “

İda, yıllar geçse bile yaşlı balıkçıyı ve öğütlerini unutamam diye düşündü. Çocukların hepsi yaşlı adama minnettar bir şekilde bakıyordu. Birden anlayamadıkları bir soru ortaya attı yaşlı balıkçı.

“Dönecek misiniz?”

Çocuklar birbirlerine bakıp durdular, kafaları karışmıştı.

“Dingin Adasında artık bir şeyler değişmeli” dedi yaşlı adam.

Çocuklar adamın suratına cevap vermeden bakmayı sürdürürken, İda ağlar bir yüz ifadesiyle sessizliği bozdu.

“Bizi okula götürmekten sıkıldınız mı?”

Yaşlı Adam İda’nın başını okşayarak,

“Benim yıllarım fazla kalmadı. Hak ettiğiniz her şeyi size vermek isterdim. Gidin, okuyun, gezin, öğrenin, yaşayın. Ama sonra dönün olur mu? Sizden sonrakilerin kaderini bu küçük kayığa bırakmayın…Dingin Adası’nın okulu, evlerinin içinde kitapları ve tükenmeden yeşeren umutları olsun…”

Çocuklar yaşlı adamın ne demek istediğini çok iyi anladı, birden bu yaşlı balıkçının boynuna atladılar ve söz verdiler.

Dingin Adası’nın yeşeren umutları onlardı.






17 Kasım 2020 Salı

-Vicdan Ağacı-

 

Bizim buralarda bir zeytin ağacı efsanesi vardır. Bütün halk tarafından lanetli olduğuna inanılan bu ağaç, belki de bizim köyün en yaşlı ve en büyük ağacıdır. Bulunduğu zeytinlik arazisinde otlatılan tüm hayvanlar bile bu ağacın yanına yaklaşmaktan çekinir, yapraklarını yemek için çabalamazlar. Keçiler koyunlar zeytin yaprağı yer mi demeyin, bizim buralarda bayılırlar. İnanılana göre, eski zamanlarda insanlar bu ağaca gider, işlediği günahlarını, tüm dertlerini anlatır ve bu ağacın onların her bir derdine deva olduğunu, hatta tüm günahlarının bile silindiğini düşünürlermiş. Çocukluğumun geçtiği sokaklarda dolaşıp dururdu bu hikayeler, bizden yaşça büyük olan çocuklar “o cebinizdeki misketleri vermezseniz sizi yakalayıp ağaca götürürüz haaa veletler” diyerek bizi korkuturlardı. Eski insanlar neden bu ağaca böylesine bir anlam yüklemişler hiçbir zaman anlamamıştım. Belki de insanların her zaman bir şeye inanma ihtiyaçları vardı, eskiden kutsal olduğuna, şimdi de lanetli olduğuna…

Üniversiteyi bitirdikten sonra ardımda bıraktığım bu köye bir daha asla dönmeyeceğimi düşünmüştüm. Köyler her zaman biz gençler tarafından geri dönülecek bir yer olarak görülmemiştir, büyük şehrin yeri tabii ki bir başkadır. Fakat yıllar içerisinde her şey değişti, insanların talepleri yön değiştirdi. Ekmekler glütensiz, yumurtalar organik, besinlerin adı kalori… Böylece şehirlerden köye geri kaçış başladı. Benim de köyüme ziyaretim bu sayede oldu. Üniversite arkadaşlarımla birlikte bizim köyün yolunu tuttuk.

“Yahu Deniz, sizin köye neden zeytinlik köyü diyorlar? Yolda bir tane bile zeytin ağacı görmedim”

“Zeytinlikler dağın arka tarafında kalıyor, gerçi pek de zeytin ağacı olduğu söylenemez dediğin gibi, yıllar içerisinde hepsi kurudu, topraklar çok bereketsiz. Bizim buralarda bir efsane vardı, sanırım ondan alıyor adını.”

“Hadi yaa, neymiş bu efsane anlat bakayım bize”

Ya şimdi ne anlatayım ben bu kıza. Bize de hep yarım yamalak anlatıldı, belki de bu efsaneyi en ayrıntılı şekilde bizim köyden yıllar önce taşınmış Mustafa Amca’dan öğrenebilirdim. Ve böylece bizimkileri köyün az ilerisinde oturan Mustafa Amcaya götürmeye karar verdim. Bize de bir macera çıktı işte.

Evinin küçücük penceresinden içeri baktığımızda, Mustafa Amca’yı sobasının üzerine kestaneleri koyar vaziyette gördük. Televizyonun sesini uzaktan bile duyabiliyorduk, tarlada tüm günün yorgunluğu ardından keyif yapmak istercesine bir hali vardı. Gözlerinin içindeki o ışığın hala var olduğunu daha kapıdan girmeden anladım. Hiç değişmemişti Mustafa Amcam.

Beni gördüğü an çocuğuna sarılır gibi sarıldı, böyle kalabalık geldiğime de bir o kadar mutlu oldu. Sedirin üzerindeki örtüler kim bilir kaç yıllıktı…Eşinin ölümünden sonra, sanki kokusu bile evden gitmesin diye hiçbir şeyi değiştirmemişti. Eşinin tozlu raflardaki resimleri hala yerinde duruyordu.

Köyün ne çok değiştiğini, arazilere gelen otel tekliflerini anlattı bize. Bir süre de havadan sudan konuştuktan sonra bizim zeytin ağacı efsanesini sordum Mustafa Amcaya. Hepimiz içimizi ısıtan sobanın önünde, yerde bağdaş kurmuş bir şekilde bu uzun hikayeyi dinlemeye başladık…

“Ah benim canım oğlum… bunu anlatmamı uzun süredir isteyen kimse olmamıştı. Şöyle eskilere gidelim, en başından anlatayım size bu hikayeyi.

Eskiden bu köyde yaşayan insanlar ne zaman sıkıntıda olsalar bu zeytin ağacına gidermiş. Tabii o zamanlar vicdan ağacı derlermiş bu ağaca. Dertler biiir bir anlatılırmış… Bu ağaca giderken sıkıntı içerisinde gözüken her bir insanın dönüşte yüzünde güller açarmış. İnsanlar bu dertlerinin nasıl oluyor da çözüldüğünü hiç anlamamış, çözülüyormuş işte. Bu ağaca gitme alışkanlığı yayıla yayıla köy daha mutlu insanların olduğu bir yer haline gelmiş. Peki böylesine her derde deva bu ağacın şu an lanetli görülmesinin sebebi nedir? Ona da geleceğim…

Sizce ilahi bir gücü mü vardı bu ağacın? Hayır evladım… İnsanların yargılanmadan dinlenilmeye ihtiyacı vardı. Dertlerin çözümü kelimelerin içinde saklıydı. Psikolog mu vardı eski zamanlarda, pehh…İçini dökebileceği kimseyi bulamayanlar giderdi bu ağaca. Her bir insan, kendisini açıklamaya izin verecek bir dinleyiciyi hak eder. Böyle ön yargısız bir şekilde dinleyebilecek birini bulamayan herkes, işte bu ağaca koşardı. Yıllar içerisinde ünü yayıldı, başka köylerden, başka şehirlerden geldi insanlar. Fakat niyetler de değişti, bu ağaca gittikleri zaman içini dökmekten fazlasını yapmaya başladılar. Gün içerisinde kızdıkları her şeyi içlerine atıyor sonrasında bu ağaçtan çıkarıyorlardı. Gövdesini çizdiler, dallarını intikam alırcasına deli gibi kestiler… Sinirlerinin hepsini bu ağaçtan çıkardı insanlar. İnsan değildi ya sonuçta, ağlamazdı, kızmazdı bu ağaç. Uzun süre bu şekilde devam etti, bir süre sonra kimsenin derdine deva olmamaya başladı bu zeytin ağacı. En sonunda öyle bir hale geldi ki…Köydeki tüm ağaçlar kurudu, yağmurlar durdu, çiçekler soldu. Anladılar ki insanoğlu sömürmeye meyilliydi, işte o zaman köyün bilgeleri bir karar verdi. Öyle bir hikaye atacaklardı ki ortaya, insanlar artık doğaya zarar vermeyecekti. Lanetli dediler, yanına yaklaşan herkese kötü şans getirecek dediler. Böylece insanlar bir şeye daha inandı işte.

Öyle yavrum… yıllardan beri düzelmesini bekliyoruz bu toprakların. Doğayı çok üzdük, ne zaman bizi affedecek bilmiyoruz. Sanırım artık o bize içini döküyor...”




Dünü dinle, unutma sakın -
Bu su hiç durmaz -

 

 

 

 

 

15 Kasım 2020 Pazar

-Yük-

 

Anahtarı hızlıca çantasının içine atarken evde bir şeyler unutmuş olabileceği hissine kapıldı Eylül. Hızlıca cüzdanını ve telefonunu kontrol etti, en önemlisi bunlardır diye düşündü. İkisi de çantanın içinde düzensiz bir şekilde duruyordu. Beşinci kattan inmeye başladığı merdivenler göz açıp kapayıncaya kadar bitmiş gibiydi, apartman kapısını açtı ve havadaki toprak kokusunu içine çekti. Yağmur yeni dinmiş, açık olan şemsiyeler kapatılmış, kediler saklandıkları yerlerden çıkmışlardı. Yağmurun kendisinde yarattığı hüznü düşündü, yine içine bir hüzün çökmüştü. İnsanın ruh hali ne de garipti, bir havaya değişebiliyordu. Gece kendisine defalarca söz vermişti, bugün erken yatacağım dedi. Ve sabaha karşı gözlerini kaparken yine kendisine verdiği sözü tutmadığını fark etti.

Yaşadığı apartmanın büyük bir bahçesi vardı, mahallenin çocukları bu bahçedeki çardakta sohbetlere dalar, çardakta yer bulamayan çocuklar çimlerin üzerinde otururdu. Şimdi o ıslak çimlerin üzerinde bir çocuk bile yoktu. Eylül bahçe kapısından dışarı çıktı, sağına ve soluna baktıktan sonra karşı kaldırıma geçti, sahile doğru yürümeye başladı. Bu yağmurlu havada sahilin bir keyfi olur muydu bilemedi, keyif düşünecek durumda değildi sadece nefes almak istedi. Deniz farklı nefes aldırır insana, kimisine her bir nefes alışında yüreğindekileri daha derin hale getirir, kimisine içindeki yükleri hafifletir. Herkesin yükü vardır, yok mudur? Seçimlerimizin yükü, kaderin yükü, alışkanlıkların yükü, geçmişin yükü… Eylül ne kadar süre denize baktığını anlamadı, insan saate bakmadığı zaman anlayamazdı. Bazen saate bakıldığında da anlaşılmaz zaman, bir sabah uyandığında banyonun aynasında anlaşılır belki de. Gözlerinin etrafındaki çizgilere bakarsın, geçiyor be zaman dersin. Eylül evine geri dönerken bir karar verdi, içine attığı kırgınlıklarıyla ilgiliydi bu karar. Söylemek istediği ne varsa dile getirecekti çünkü yüklerden kurtulmanın yolu dile getirmekti. Son bir yıl içerisinde yaşadıkları çok zordu, her seferinde daha fazlasına katlanamam dedi. Fakat içten içe biliyordu ki hayat insana kaldıramayacağı şeyi vermezdi. Yol boyu insanların yüzünü inceledi. Neşe, acı, keder, umut dolu farklı yüzler… Hayatları farklı, geçmişleri farklıydı bu insanların. Kimisi yalnızlığının korkusundan evine bile girmeyip yabancı kalabalıklarda kendisini avutuyor, kimisi de özlediği ailesiyle bir akşam çayı içmeye gidiyordu. Kıyafetleri, ellerindeki çantaları, duruş şekilleri farklıydı bu insanların, fakat ifadeleri birbirine benziyordu. Gökyüzüne bakışları, çöp kenarında duran bir kediye bakışları, gülen bir çocuğa bakışları…bu insanlar özünde birdiler. Peki ya ne zaman böyle farklı görünür oldular? Kimilerinin içi nefret doldu, kimileri her şeye sustu. İnsanı insan yapan neydi? Belki de herkes bunu unuttu. Eylül unutmamak için çaba sarf edenlerdendi. Ne kadar zorluklar yaşarsa yaşasın, insanlığını, benliğini kaybetmemeye çalışanlardandı.

Apartman bahçesinin kapısından içeri girdiği sırada çardakta bir dolu çocuk gördü. Gülüşüyorlar, oyunlar oynuyorlar, şakalaşıyorlardı. Böyle gülen çocukları görmek Eylül’ün kafasındaki düşüncelerin hepsini susturdu.





 

12 Kasım 2020 Perşembe

-Eve dönüş yolu-

 

Sonbaharın yağmursuz ve serin günlerinde, heyecanla eve dönmeyi beklerim. Eve döndüğüm yollar öyle güzeldir ki… kahverengi yaprakların her bir yeri kapladığı sokaklar, kulağımı dolduran çocuk sesleri, bankta oturmuş vaziyette etrafına düşünceli bakan gözler…Bir yüz vardı ki hiç unutmam. Gözleri yaşlı bir şekilde salıncağa bakıyordu. Çözemediğim bir acısı, kirpiğinde duran akmamış yaşları vardı. Belki donuk denilebilirdi, ama çok derindi. Yanına oturmak istedim, içindeki hüznün sebebini sormak istedim ona. Hüznün bir sebebi var mıdır? İnsan açıklanamayan şeylere de hüzünlenebilirdi. Fakat o gün tutamadım ben kendimi, yanına gittim, usulca oturdum bankın diğer yanına.

Direkt sorulur muydu hiç bilemedim. Sohbet başlatmak üzere bir cümle attım ortaya.

“Bugün hava ne kadar da güzel, değil mi?”

Bir süre odaklandığı parka bakmaya devam etti, beni duymadı sandım. Belki de rahatsız etmiştim, kalkmam gerekiyor artık diye düşündüm. Sonra birden o sesindeki kırgınlığı duydum.

“Evet, gerçekten de öyle.”

Nasıl devam ettirsem bilemedim sohbeti, bir süre daha oturdum. İkimiz de öylece parka bakıyorduk. Her bir çocuğun gülümsemesiyle, kadının yüzündeki acı tebessümü hissedebiliyordum.

“Çocukken sokaklarda seksek oynadığımı hatırladım, ben her zaman o halim gibiydim, hırslı, çabalayan, mutlu. Şimdi o tebeşirli yolların üzerinden geçiyorum, tüm karelerin üstüne basıyorum. Kaldırım çizgileri oyun gelmiyor bana artık... Bir kalbe yüzlerce kişi sığdırılır sanıyordum, yıllar geçtikçe o kalpten uzaklaşıyorum. Sokakta oynuyorken balkondan duyduğum o sesi özlüyorum, “eve gel kızım geç oldu”. Belki de zamanın böylesine akıp gidişine üzülüyorum. Daha oynanacak çok oyun vardı, biliyorum.”

Ve ben hiç unutamadım bu anıyı, o gün çocukluğunu tekrardan yaşamak isteyen birinin sözlerini dinledim. Bir cümleme içini dökmüştü. “Daha oynanacak çok oyun vardı” dedi bana. Bir daha o kadını hiç görmedim orada.

                                                                      alıntıdır
                                                                          

 Evgeny Grinko - Separation

 

 

24 Ekim 2020 Cumartesi

-Haşmet'in Günlüğü-

 

Saatlerdir uyuduğum koltuğun üzerinden, su içme isteği kaldırdı beni. Koridorda yürürken evdekilerin de neler yaptığını merak ediyordum, ne bir ses vardı ne de bir hareket. En son üç gün önce değiştirilmiş olan eski suyumu yudumlamaya başladım. Bizimkiler bugünlerde çok meşguldü herhalde, suyumu çok az değiştiriyorlardı. Bazı zamanlar keşke suyumu kendim değiştirebilsem diyorum, taze su içmeyi çok severim. Suyumu yudumlamaya devam ederken mutfaktan gelen kokularla başımı kaldırdım ve kokunun ne olduğunu çözmeye çalıştım. Kaşık sesinden anladığım kadarıyla bir kaba mama koyuyorlardı, hemen koştum! Mama yediğim zamanlar kendimden geçiyorum, belki de tüm zamanımı bir evin içerisinde geçirdiğim bu monoton hayatımda yemek bana her şeyi unutturuyordu, fakat aynı zamanda geceleri gizlice yaptığım birtakım aktiviteler de heyecanlandırıyordu beni. Yemeğimi bitirip tüylerimi güzelce bir yaladıktan sonra herkesin ne yaptığını görebileceğim bir konum bulmaya çalıştım, kalabalık bir aileyiz biz. Muammer, Fatoş, oğulları Görkem, kızları Cansu ve bir de ben! Kedi Haşmet.

Anladığım kadarıyla bugün evde sadece Cansu var, kapalı kapıların arkasından başka bir ses duymuyorum. Gerçi uyku saati midir onu da bilmiyorum, benim saat kavramım yoktur. Uykum gelirse uyurum, canım koşmak isterse koşarım, acıkırsam yemek yerim, sevilmek istersem bizimkilerin bacaklarına dolanır delicesine miyavlarım. Canım da öyle bir oyun oynamak istedi ki anlatamam. Hemen gözlerim evden birini aradı, durmaksızın bir işler peşinde koşuşturdukları hayatlarının on dakikasını benimle oyun oynamak için ayırabilecek biri var mıydı? Görkem odasının kapısını araladı, annesine seslendi. “Anne dışarı çıkacağım, gelirken bir şey alayım mı?”. Hoop! Eve yeni kitap al Görkem desem, anlar mıydı ki beni? İnsanlar, kedilerin hayatlarının sadece uyumaktan ve yemek yemekten ibaret olduğunu düşünüyor. Oysaki geceleri herkes uyuyorken uğraştığım hobilerimden kimsenin haberi yok. Belki de bu hobilerim beni zamanla daha özgür ruhlu bir kedi yaptı. Bir gece Atilla İlhan’ın bir şiirinde “Özgürlük dediğim yerde demirledim” dizesini okudum, işte o gün bana bu evden kaçma isteği doğdu.

Görkem hazırlanmaya devam ediyordu, sokak kapısına doğru yöneldi ve kapıyı açtı. Oturduğum yerden onun ayakkabı giyişini izliyordum fakat ters giden bir şey vardı. Diğer ayakkabısını giymedi ve tek ayağının üstünde zıplayarak evin içine girdi. Ayakkabıyı giymediği ayağıyla yürümeye çalışıyordu, odasında bir şey unuttuğunu anlamıştım. Fırsat bu fırsattı, kapının önünde bizimkilerden biri yoktu. Dikkatimi topladım. Aniden gelen bir cesaretle apartmana fırladım, merdivenlerden inerek apartman kapısına ulaştım. Kalbim çok hızlı atıyordu, belki de geri dönüşü olmayan işlere kalkışmıştım. Eski Haşmet asla böyle bir şey yapmazdı, fakat tüm gördüklerim ve yaşadıklarım bana planlar kurduğum bir hayat içerisinde kaybolmaktansa "an" ı yaşamam gerektiğinin farkına vardırdı. Apartman kapısı açıktı, sokağa doğru ilerleyerek saklanabileceğim bir yer aradım. 

Caddelerde dolaştım, çocuk seslerinin kulağımı doldurduğu yemyeşil parklardan geçtim. Her bir çöp kenarında birbiriyle kavga eden ve çöpleri karıştıran kediler gördüm. O an aklıma gelen düşüncelerle sokağın ortasında donup kaldım. Saatlerce uyuyup benim için koyulan yemeğin kokusuyla uyanacak mıydım bir daha? Geceleri herkes uyuyorken kitaplığın raflarına çıkıp şiir okuyabilecek miydim? Peki ya insanlar, insanlar bana çöplerin içinde kirlenmiş, araba altlarında kararmış olan tüylerime rağmen dokunur muydu?

Hemen evin yolunu bulmaya çalıştım. Koklayabildiğim kadar kokladım her yeri, geldiğim yerden, geçtiğim yollardan ve bizimkilerden bir iz bulmaya çalıştım. Yol boyunca yaptığım şeyi düşündüm. Hayatımdaki onca güzelliği görmeyip, eksikliklere odaklanmışım hep. Aslında hayatta mutlu olacağım şeyler mutsuzluklarımdan daha fazlaymış, sadece fark etmek zormuş. Ben belki de geç farkına vardım fakat hayat sürprizlerle dolu, aramaktan vazgeçmedim. Tam o sırada uzaktan bir yerlerden bizimkilerin sesini duydum. “Haşmeeeet, nerdesin?”, “Haşmeet, oğlum?”. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki! Seslerine doğru ilerledim. Onları görür görmez, içime su serpildi.

Yollar bana çok şey öğretmişti. Bir kedi yaşıma daha girdim.


alıntıdır.


 

21 Ekim 2020 Çarşamba

İnsanlık hali

 

Bilmem kaç gün oldu evden çıkmayalı, güneşin sıcaklığını hissetmeyeli... Bu karantina evlere bağladı bizi, ben fazla bağlanmışım . Bu sabah, arkadaşlarımla dışarı çıkıp eğlenecek olmanın verdiği bir heyecan var üzerimde, hava da kapalı gerçi ama umursamıyorum. Yüzüme dikkatli bakıyorum, biraz makyaj yapayım ya değişiklik olsun, kıpır kıpır içim. Tüm gün derslerimi, işlerimi hallediyorum. E tabii balkonda da bir kahve keyfi yapıyorum. Apartmandan ileri adımlarımı atar atmaz çıkarıyorum kulaklığımı, yüksek sesli dinliyorum şarkıları. Yollarda, otobüste, metroda yüzlerce farklı yüz görüyorum. Keyifli keyifli yolculuğuma devam ederken bir çift göz kalabalığın arasında dikkatimi çekiyor bana bakan. Benden yaşça küçük bir kız inceliyor beni. Ne bakıyor diye düşünüp duruyorum sonra amaan diyorum ineceğim şimdi vapuru da kaçırmayayım. Otobüsten indiğim an arkamdan koşuyor o küçük kız, hayretle bakıyorum suratına ve utanarak ağzından çıkıyor sözler,

“Abla pantolonun fermuarı açık kalmış”.      







            

18 Ekim 2020 Pazar

-sekiz-

 

Sekiz saat sürüyor yolculuk. Yollar hüzünlü, mutlu ayrılsan da aile evinden, o gözlerden birkaç damla akıyor. Ya içine ya da yanaklarından çenene. Ne çok anı bırakıyoruz arkada, ne çok acı paylaşıyoruz otogarda. Kafamın içinde geziniyor düşünceler, kalbime çökmüş o hüzün. Daha şimdiden çekeceğim hasretin acısını hissediyorum. Benim bu hüzün sekiz saat sürüyor, sekiz saat yolculuk. 

Vega Ankara





15 Ekim 2020 Perşembe

Yastık arası hoşbeş

 
Saat sabah 6. Günlerden nedir bilemem, ama saatler aklıma kazınır benim. Perdeyi hafifçe sola kaydırırken gözlerim üzerime düşen gün ışığıyla kısılır, gökyüzüne bakar, martıları duyar kulaklarım, hareketlenen trafiği hissederim.  Derince bir soluklanırım, hava soğuktur, yine de o pencereyi küçücük aralarım ben. Yüzüme çarpan havayla daha da sıkı sıkı sarılırım yorganıma, işte ne güzeldir o an, günaydınlar. Belki tüm günümü evde geçireceğim, belki dışarılarda eğleneceğim, belki de bugün öleceğim. Kaderin, günlerin belirsizliğini düşünürüm sabahları. O yüzden saatlere önem veririm, günlerimi değil her saatimi anlamlı yaşamalıyım diye düşünürüm. Sabah felsefesi bitiyor burada.




10 Ekim 2020 Cumartesi

'Dinle, küçük adam' üzerine alıntılar

 


Her yıl farklı bir benlikle okunacak kitaptır “Dinle, küçük adam”. Lisede çok sevdiğim bir hocamın önerisi üzerine alıp okumuştum bu kitabı, iyi ki okumuşum. Amaçsızlaştığımı, rutine döndüğümü ne zaman fark etsem alıp okur, yüzüme vurulan gerçekleri tekrardan gözden geçiririm. Öyle ki, bu kitap hakaret eder sanki insana, sıcacık havada buz gibi soğuk suya girmiş gibi hissedersin. Elimde kalemimle okudum bu kitabı, acımadan çizdim cümlelerin altını o temiz sayfalarda, kazınsın diye aklıma. 

“Hayattan mutluluk dileniyorsun, ama güvence senin için daha önemli, hatta bunun bedeli bütün yaşamın boyunca baş eğmek olsa bile.”

"Sana kişisel özgürlük değil ulusal özgürlük vaat ediyorlar. Sana insani öz saygı değil, ulusal büyüklük vaat ediyorlar. 'Ulusal özgürlük’ ve 'devletin çıkarları' ifadeleri bir kemiğin bir köpeğin ağzını sulandırdığı gibi senin ağzını sulandırıyor ve sen onları alkışlıyorsun. Onlar seni bir sembole kurban ediyorlar ve sen onları kendi üzerinde iktidara taşıyorsun. Bütün maskeleri düştüğü halde senin efendilerin senin tarafından yükseltildiler, senin tarafından beslendiler."

 “Kimse sana, küçük adam, özgürlüğünü şimdiye dek niçin fethetmedin sorusunu hiç yöneltmedi, ya da, fethettiysen bile, onu hemencecik yeni bir efendiye niçin yitirdiğini.”

Yerinde saydığın, kendini geliştirmediğin her bir gün için kızıyorsun. Sana durma diyor kitap, yerinde durma, kabul etme, benimseme. Mantık süzgecinden geçir ve önce o mantık süzgecini geliştir diye bağırıyor.




“Hedefe ulaşmak için her türlü aracın, adi ve alçakça aracın da mübah olduğunu sanıyorsun.”

“Hayır, küçük adam, hakikat konuşulunca kulak vermiyorsun. Sen yalnızca patırtı yapılınca dinliyorsun.”

Ne küçük ve bayağı olduğumuzu değil, bizim yararımızı ve önemimizi anlatıyor bu kitap.

“Korkuyorsun, hayatın akışına dalmaktan ve orada yüzmek mecburiyetinde kalmaktan.”