29 Aralık 2020 Salı

-Sonsuz mektup-

 

Günlerden Cumartesi. Evdekiler dışarı çıkmışken ben de ertelediğim hüzünlere söz hakkı verdim bugün. Yıllardır bandını bile kesmediğim kutuyu getirdim önüme. Üzerindeki yazıya baktım bir süre.  

 “Zehra 2005-2010 Üniversite”

Ani bir kararla açtım içini. Sayfaları bana küsmüş günlüklerim, anı kalsın diye sakladığım sinema biletlerim, varlığını unuttuğum kitaplarım ve kutunun köşesine sıkıştırdığım bir mektup.

Üniversiteden eve döndüğüm yıl yazdığım ve asla göndermediğim mektubu aldım elime, buruşuk kağıdı başladım okumaya.

 

         “Merhaba, özlemiş misin evini? Kendime aynı soruyu soracak olursam, kararsızım. Büyüdüğüm evin bendeki yeri başka diye düşünürdüm. Balkonumun demirleri sıcak olurdu, çiçeklerim mutluydu. Penceremin önüne konan kuşların şarkısı kulağımda gezinirdi, evimize uğramayı severlerdi. Sabahın ışıkları her gün perdelerle buluşurdu, gözlerim kısılırdı. İçime çektiğim nefes hayat kokardı, havası suyu huzurdu buranın. Ben böyle güneşli bir eve doğmuştum. Koridorunda koşturdum, mutfağında yardım ettim anneme, odama çekilip ağladığım günler oldu saatlerce. Çocukluğumun silik anlarını ve gençliğimin hatalarını yaşadım bu evde. Sevdim, sevildim. Üzdüm, üzüldüm. Sorular sordum kendime, cevabını bulamadım senelerce. Bir yere bağlanılmamalı diye söylenip kalbimin köklerini bu evde büyüttüm aslında.

Senin gibi ben de özgürleşme arzusuyla uzaklaştım doğduğum evden. Gençlik dediğin farklı şehirde yaşanır dedim, kilometrelerce uzakları düşledim her gece. Kendime koyduğum sınırların üzerinden atlayıp geçmek istedim.

Gittim. Gurbette hasret yeşerdi içimde, istemsizce suladım her bir göz yaşımla. Yazdım günlüğüme her gün, sevdiklerin neredeyse oraya aitsin diye. Böylece kendime yabancılaşır gibi oldum git gide.

Sonra bir gün seninle tanıştım. Dedim ya, penceremin önüne konan kuşların sesi gezinirdi kulağımda, işte öyle oldu senin sesin de. Tekrardan yazdım günlüğüme, demek ben artık bu şehre aitim diye.

Dönem ne zaman kapansa döndük evlere, ben ülkenin bir ucuna, sen diğer ucuna… Zor değildi o kadar, nasıl olsa üç ay sonra görüşecektik. Şimdi ne çok isterdim sadece yaz tatili için gelmiş olmayı.

Döndüğüm şehir gri olmuş artık.

Demirleri sıcak balkonumdan gökyüzüne baktım. Bana hediye ettiğin şiir kitabını aldım elime, altını çizdiğim dizeler çarptı gözüme.

“Sen yarım kalmış bir aşkın
Kaçınılmaz bir sürgünü,
Katlanan göğsündeki kayaya.
Sen orda şimdi bir hüzün köpürt,
Ben bir çocuğa su vereyim burda.
 
Ben ki kiracıyım bir acıya.
Sen imzalarsın sabah akşam
Defterini bensizliğin.
Bense kanla öderim
Kirasını kaldığım evin.
Bir takvimi tersten açardık
Eğer isteseydin.”

 

Böyle bitirmişim mektubu yıllar önce. Sona geldiği anlaşılmayan, sonsuz bir mektup. Sanırım bizim gibi.

Saatler geçtikçe, geri dönüşü olmayan günleri neden yad ettiğimin bir anlamını arıyorum. Hep bir anlamı olması gerekir miydi eylemlerin?  

Günlerden Cumartesi. Seni yıllar sonra, yeni affettim.
Affetmeyi bu yaşımda öğrendim.



Pinterest


Şiir, Metin Altıok'un Bir acıya kiracı kitabındandır.

24 Aralık 2020 Perşembe

Kelime oyunu 4

 

Mutluluğun Tadı

Bir gezi defterim vardır, içi keşfettiğim şehirlerle dolu. Tarihini, kültürünü ve gezi sırasında gördüğüm ne varsa yazarım ben bu şehirlerin. Şimdi ise içimi dökmek için açıyorum boş gördüğüm sayfaları, alıyorum elime kalemimi ve yazdıkça yazasım geliyor.

Ben yaşamım boyunca başka hayatlar diledim. Sahip olduklarıma ne teşekkür ettim ne de emek verdim. Kendimi yollarda bulacağımı sanıyorken bir yabancının evinde yatılıya kalır gibi hissettim. Fakat bir sabah gözlerimi farkındalığa açtım, başladım değişmeye ve kırdıklarımı tamir etmeye.

Hayatımın kaç yılı böyle geçti bilmiyorum. İnsan koşulsuz sevgiyle tanıştığı vakit perdenin arkasını görebiliyor artık. Sözlerin gücünü, bakışların anlamını ve bir tebessümün neleri anlattığını…

En küçük alışkanlıklarımdan başladım bu değişime, günaydın dedim kapıcıya, yem attım parktaki kuşlara, kahveyle başlamayı bıraktım güne, farklı baharatlar kattım yemeklerime, bozdum her bir günün beni esir almış rutinlerini.

Sevgi kilidim her şeye açılmış gibi. Geçen gün de bahçeden papatyalar topladım, hayata tutunmaya çalışan kökleriyle. Bir avuç su içinde yaşattım onları, vazoyla birlikte ağladılar. Solmuş çiçekleri fark ettiğim vakit, evinden koparılmanın ne demek olduğunu gördüm. Sonra çiçekleri bahçelerde özgür bıraktım. Onları ellerimde değil gönlümde büyütmeye başladım.

Anladım ki bakış açısından ibaretmiş hayat. Bu dünyayı doya doya sevmeyi çok sevdim. Mutluluğun tadını aldığım vakit her bir tarife kattım onu. Atilla İlhan’ın bir şiiri gibiydim.

 “Üstüme varma bulutları tutamam
  Böyle paldır küldür gideceklerdir
  Gelmezsen fark etmez kimseyi aramam
  Asıl sevdiklerim en içimdekilerdir
  Onlarla yaşarım eğer yaşarsam
  
 Olur mu gecemi yeşile çalmak
 Yıldız çivilemek parmak uçlarıma
 Ölüm kadar çabuksa eğer yaşamak
 Hiç doğmamayı isterdim ama
 Bir kere doğmuşum ölmek yasak”
 

Defterin beni içine çeken sayfalarını bir şiirle sonlandırarak kapattım. İşte bir gezi defterinin değişimi böyle oldu.  

 

21 Aralık 2020 Pazartesi

-Geleceğin deli yazarı-






Güneşin batışından yarım saat sonra ışıkları yanan elektrik direğine bakmaktan ibaret hayatım. Bu baktığım direğin sokağında açılmasına uğraşılan kapıların anahtar sesleri duyulur, arabalar geçer, evlerden yemek kokuları gelir. Ellerini montunun cebinden çıkarmayan insanlar, bahçelerin avlusunda uyuyan kediler ve gökyüzüne yayılan iz kokulu sis benim manzaramı doldurur. İşte penceremin kenarında beni oyalan görüntü budur. Sanırım bir elektrik direğine bakmaktan ibaret değilmiş hayatım.

“Ferdi, oldu mu dersin bu yazı?”

“Yahu, pencere kenarında oturarak edebiyat mı çıkar canım?”

“Görene her yerden yazılacak bir şey çıkar Ferdi.”

Aldım elime defterimi, kalktım pencerenin önünden. Şu ferdiye çok sinirleniyorum bazen, gerçi haklılık payı da var. Böyle sokağı izleyerek ilham mı gelir insana? Yazar denmez belki de artık bana, konu bile bulamamaya başladım. Fakat nerede gezeyim ki ben, nerede yazayım güzel yazılar? Şu duygu-durum ölçüm testlerini çıkardıklarından beri halim içler acısı. Ne zaman sokağa çıksam koyuyorlar kafama şu lanet aleti, ruh halimi ölçüyormuş.

Çıkan yeni kurallar kötü oldu, çok kötü. Eğer bu testlerde ruh halinin iyi olmadığı tespit edilirse sokağa çıkma yasağı veriliyor sana, ne markete gidebiliyorsun ne de bir adımını dışarı atabiliyorsun. Birbirimizi etkiliyormuşuz, mutsuzluk yayılmamalıymış. Duyduğuma göre artık caddelerde sadece gülen yüzler varmış, ne hoş. Mutsuzları bir kenarı atmak yerine, mutluluğu yaymaya çalışsak olmaz mıydı ki? Geldiğim yaş mıydı mutlulukla tanışmama engel olan yoksa yaşadığım devir mi? Neyse artık. Ben de evimde küçük köpeğim Ferdiyle kala kaldım. Ferdi halinden memnun görünüyor, bazı zamanlar benim yazılarımı eleştiriyor. Bana ettiği laflar hoşuma gitmese de kendimi tutuyorum, kiminle sohbet edeceğim ondan başka? Kuşlarla mı konuşayım? Delilik. Henüz o aşamaya gelmedim.

Ah yeni çıkan kurallara döneyim ben yine. Ne zaman duygu-durum ölçüm testine tabi tutulsam, ekranda beliriyor beni eve mahkum eden yazılar.

“Adı Berkecan, yaşı 57, mesleği yazarlık, ruh hali iyi değil, enerjisi düşük.”

Yine evin yolunu tutuyorum.

2071 yılı beni yoruyor. 


14 Aralık 2020 Pazartesi

-Anılarda yaşamak-

 

Yaşlanıyor artık babam, salondan gelen horlama sesinden anlıyorum. Ne zaman görsem, televizyonun karşısında “oğlum şekerleme bu” dediği uykuya dalmış, elindeki kumandayla köşeye kıvrılmış. Bazen televizyonun sesini kıstığımda anlıyor, mutfağa gidişimden her zaman haberi oluyor. Oğlum diyor da demesine, adımı unuttuğu günler oluyor. Unutulmanın acısı büyük.

Yolda gördüğüm ilk dükkana telaşla girdim.

"İyi günler, buradan yaşlı bir adam geçti mi acaba? Tavırlarında bir değişiklik fark ettiniz biri? "

"Yaşlı dolu bu mahalle evladım. Anlatıver biraz daha, ne diye sordun sen?"

“Üzerinde kahverengi bir palto olması lazım.”

“Kimi arıyodun?”

Boğazım düğümlendi.

"Babamı bulamadım evde, ne zaman dışarı çıksa buralara gelir. Fakat bu kadar uzun süre geri dönmediği olmamıştı. Yıllar önce buralarda oturuyorduk biz, unutmaz ki o bu yolları.”

Çıktım.

Esnaftan esnafa dolaştım. Hiç görmediğim yüzlere sordum babamı. Yolun sonunda, kumlarında çocukluğumun geçtiği parkta gördüm onu. Elinde eski evimizin anahtarlarını tutuyordu.

“Saatlerdir her yerde seni arıyorum.” Diye söylendim. Kolundan tutup kaldırmaya çalıştım.

“Oğlumu bekliyorum ben kardeşim. Parkta oynasın diye getirdim, kalkacaktım. Al, bank senin olsun.”


Fikret Kızılok- Ama babacığım


 

 

 

6 Aralık 2020 Pazar

-Defterin son sayfası-


Haziran ayı yaklaşırken ailecek sabırsızlanırız. Ya da içimdeki heyecandan dolayı herkesin benim gibi hissettiğini düşünürüm. Çocukluğumun en güzel yazlarını geçirdiğim anneannemin küçük evine dokuz ay boyunca, kumbaraya bozuk para atar gibi özlem biriktiririm. Yola çıkmadan o kumbaranın kapağı kapanmaz hale gelir, işte yol boyu da öyle dolup taşmış olurum ben. Anneannemin boynuna atlamak için dakikaları sayarım.

O gün bavullarımızı hazırlayıp yola çıktık. Yollar bitmek bilmezken anılarım canlanmaya başladı aklımda. Kaldırımlarında yerden yüksek oynadığım, teyzelerin akşamüstü kapı önüne terlikleriyle çıkıp sohbet ettiği ve sokaklarında komşu çocuklarıyla tanıştığım güzel mahalleyi düşünüp durdum. İnsan hayallere daldığı vakit, zaman denen kavramın aceleciliği ile karşılaşıyor. Gözlerimi açtığım an vardığımızı anladım. Kapının önünde taburesine oturmuş etrafına bakınan anneannemin bizi beklediği her halinden belliydi. Sokağa adımımı atar atmaz farklı hissettim. Ya değişiklik vardı bu sokakta ya da ben çok büyümüştüm. Kollarını bana açan anneanneme sarıldım.

Hep beraber yemek yedikten sonra, yürüyüşe çıktım. Dolaştığım sokaklar boyu “kız bitti mi okul?” ya da “var mı birileri okuldan falan?”  diyen teyzelerin sorularını cevaplayıp durdum. Anneannemin evine dönerken mahalleliden sokağın köşesinde oturan teyzenin vefat ettiğini işittim. “Nihan”dı adı. Gizli, saklı, sır demekmiş Nihan isminin anlamı. Adı gibi bir kadındı. Komşularına gülümserdi fakat bir kelime ettiğini duymuşluğum yoktur. Onu günde iki kez sokakta görürdüm. Sabah ve akşam. Sabahları kedilere mama vermek için yüzünü bile yıkamadan sokağa adım atar, akşamları da ağzına daha tek bir lokma koymadan mama vermeye çıkardı. Mahalleli onu “kedilere çocuğu gibi bakan teyze” diye de bilirdi. Sokakta oyun oynadığım zamanlarda yakın bir arkadaşım vardı. Nihan Teyze’nin torunu Zeynep. Yıllar geçtikçe ziyaretleri azaldı, arkadaşlığımızı devam ettirmeye çalışsak da mesafeler bizi uzaklaştırdı. Ya da bizim bahanemiz mesafelerdi. Fakat içimde ona karşı olan sevgi hiç azalmamıştır.

Babaannesi yeni vefat ettiğine göre o da burada olmalı diye tahmin ettim. Bir sonraki sabah torunu açar diye düşündüğüm Nihan Teyze’nin kapısını çaldım. Bir süre kapıda bekledikten sonra anahtarın sesiyle heyecanlandım. Kapı açılır açılmaz arkadaşımı tebessümünden tanıdım. Yüzümüzdeki çocuksu ifade gitse bile gülüşümüz hiç değişmiyor diye düşündüm. Birbirimizi görür görmez sanki hep bu anı bekler gibi sarıldık, o an konuşmadan birbirimizi anladık.

Zeynep beni içeri aldıktan sonra, babaannesinin koyu sarı, klasik koltuğuna oturdum. Yılların ve seçtiğimiz yolların bizi nasıl değiştirdiğini konuştuk. Sohbet nasıl geçti anlamadık. Zeynep, Nihan Teyze hakkında sorduğum sorulardan bir süre kaçtı. Bu kaçışlarından dolayı pişmanlık duyduğu bir şey olduğunu  anlayabiliyordum. Babaannesinin vitrinde duran fotoğrafına bakarken “keşke daha çok vakit geçirebilseydik” diye içinden geçirdiğini duyar gibiydim. Sevdiklerimizle geçirdiğimiz vaktin kıymetini bir kez daha anladım. Ben de vitrinde duran fotoğrafa bakmaya başladım. Bir süre sonra, masanın üzerindeki defter gözüme takıldı.

“Zeynep, bu defter Nihan Teyzenin mi?”

“Dedemin babaanneme yazdıkları var içinde…Biliyorsun dedem ben çok küçükken vefat etti, nasıl biriydi pek göremedim ama babaannemi nasıl sevdiğini bu defterde gördüm. Babaannem için bu defter çok değerliydi, onu elinde okurken pek rastlamadım ama ne zaman buraya gelsem bu defteri farklı bir yerde görürdüm. Ne kadar çok okuduğunu o zaman anlardım… En son da bu masada bırakmış işte”

İkimiz de düşünceli bir şekilde masaya bakmaya devam ettik, bir süre sonra Zeynep sessizliği bozdu.

“Biliyor musun, babaannem kedilere yaklaştığında kaşınırdı, hapşırır dururdu. Dedem yaşarken babaannem bahçelerine gelen bir kediyi bile kovalarmış, sinir olurmuş. Dedem ölene kadar bir kez bile kedilere mama vermişliği yokmuş. Ama dedem çok severmiş onları, sabah akşam yemek verirmiş. Tıpkı babaannemin yıllardır yaptığı gibi…”

Nihan Teyze kocasının ardından kedilere yemek vermeye başlamıştı demek. “Kedilere çocuğu gibi bakan” Nihan Teyze…

Zeynep ayağa kalkıp masaya yöneldi, defteri eline alıp yanıma oturdu. Defterin bittiği yeri açtı. Bu son sayfada İlhan Berk’in bir şiiri ve köşesinde de Nihan’a… kelimesi yazılıydı.


Evet hep açık gidip gelen ağzın içindi;

Gökyüzünün o huysuz maviliği içindi;

Elma kokan bir Türkçeyle konuştuğun içindi;

Ölümün sefil, kötü belleği içindi;

Her gün Pazar kurulan o sokaklar içindi;

Saçında uykusu kaçmış çiçekler ıslattığın içindi;

Çocuklar okuldan dönüyormuş gibi sesin içindi;

 

İşte bütün ama bütün bunlar için sana teşekkür derim.

                                                                                   Nihan'a...