Günlerden Cumartesi. Evdekiler dışarı çıkmışken ben de ertelediğim hüzünlere söz hakkı verdim bugün. Yıllardır bandını bile kesmediğim kutuyu getirdim önüme. Üzerindeki yazıya baktım bir süre.
“Zehra
2005-2010 Üniversite”
Ani bir kararla
açtım içini. Sayfaları bana küsmüş günlüklerim, anı kalsın diye sakladığım
sinema biletlerim, varlığını unuttuğum kitaplarım ve kutunun köşesine
sıkıştırdığım bir mektup.
Üniversiteden eve
döndüğüm yıl yazdığım ve asla göndermediğim mektubu aldım elime, buruşuk kağıdı başladım okumaya.
“Merhaba,
özlemiş misin evini? Kendime aynı soruyu soracak olursam, kararsızım. Büyüdüğüm
evin bendeki yeri başka diye düşünürdüm. Balkonumun demirleri sıcak olurdu,
çiçeklerim mutluydu. Penceremin önüne konan kuşların şarkısı kulağımda
gezinirdi, evimize uğramayı severlerdi. Sabahın ışıkları her gün perdelerle
buluşurdu, gözlerim kısılırdı. İçime çektiğim nefes hayat kokardı, havası suyu
huzurdu buranın. Ben böyle güneşli bir eve doğmuştum. Koridorunda koşturdum,
mutfağında yardım ettim anneme, odama çekilip ağladığım günler oldu saatlerce.
Çocukluğumun silik anlarını ve gençliğimin hatalarını yaşadım bu evde. Sevdim,
sevildim. Üzdüm, üzüldüm. Sorular sordum kendime, cevabını bulamadım senelerce.
Bir yere bağlanılmamalı diye söylenip kalbimin köklerini bu evde büyüttüm aslında.
Senin gibi ben
de özgürleşme arzusuyla uzaklaştım doğduğum evden. Gençlik dediğin farklı şehirde yaşanır
dedim, kilometrelerce uzakları düşledim her gece. Kendime koyduğum sınırların
üzerinden atlayıp geçmek istedim.
Gittim. Gurbette
hasret yeşerdi içimde, istemsizce suladım her bir göz yaşımla. Yazdım günlüğüme
her gün, sevdiklerin neredeyse oraya aitsin diye. Böylece kendime yabancılaşır
gibi oldum git gide.
Sonra bir gün
seninle tanıştım. Dedim ya, penceremin önüne konan kuşların sesi gezinirdi
kulağımda, işte öyle oldu senin sesin de. Tekrardan yazdım günlüğüme,
demek ben artık bu şehre aitim diye.
Dönem ne zaman
kapansa döndük evlere, ben ülkenin bir ucuna, sen diğer ucuna… Zor değildi o kadar, nasıl olsa üç ay sonra görüşecektik. Şimdi ne çok
isterdim sadece yaz tatili için gelmiş olmayı.
Döndüğüm şehir
gri olmuş artık.
Demirleri sıcak
balkonumdan gökyüzüne baktım. Bana hediye ettiğin
şiir kitabını aldım elime, altını çizdiğim dizeler çarptı gözüme.
Kaçınılmaz bir sürgünü,
Katlanan göğsündeki kayaya.
Sen orda şimdi bir hüzün köpürt,
Ben bir çocuğa su vereyim burda.
Sen imzalarsın sabah akşam
Defterini bensizliğin.
Bense kanla öderim
Kirasını kaldığım evin.
Bir takvimi tersten açardık
Eğer isteseydin.”
Böyle bitirmişim mektubu yıllar önce. Sona geldiği anlaşılmayan, sonsuz bir mektup. Sanırım bizim gibi.
Saatler geçtikçe, geri dönüşü olmayan günleri neden yad ettiğimin bir anlamını arıyorum. Hep bir anlamı olması gerekir miydi eylemlerin?
Affetmeyi bu yaşımda öğrendim.